Yağmurun ritmik vuruşları, İstanbul'un gri taşlarını yıkarken, Eflâtun küçük saatçi dükkânının penceresinden gelen hafif tıkırtıları dinliyordu. Beş yaşında kaybettiği görüşünü, babasının öğrettiği ince işçilik ve seslerin gizemli dansı ile telafi etmişti. Parmakları, saat parçaları üzerinde bir orkestra gibi hareket ederken, dünyayı seslerin, dokunun ve hayal gücünün eşsiz haritasıyla yeniden inşa ediyordu. Bir gün, şemsiyesini emanet ettiği bir yabancıya ait, pürüzsüz ve sıcak bir ses, kalbinin derinliklerinde yankılanmıştı. Bu ses, onun karanlık dünyasına sızan bir güneş ışığıydı. O günden sonra, Eflâtun, yalnızca o sesin peşine düştü. Şehrin karmaşasını, bir körün hassasiyetiyle hissetmiş, sesin izini sürerken şehrin görünmez sokaklarında yol almıştı. Görmeyen gözleri, kalbinin derinlerindeki aşkı ve umudu keşfetme yolculuğunda onu yönlendiriyordu. Her adımda, gerçek ve hayal arasında gidip gelen bir yolculukta, Eflâtun'un hayatı, o unutulmaz sese doğru ilerleyen bir melodi gibiydi.